Mürekkebin İcadı
Birçok tarihci, insanlık tarihini başlatan olay olarak yazının icadını gösterir. Ancak yazının icadı kadar onun yaygın olarak kullanılmaya başlanması da önemlidir. Bilinen en eski yazılı metinler Sümer uygarlığına aittir. Sümerler, sayıları, adları ve birtakım nesneleri simgeleyen 1200 karakterlik bu ilk alfebeyi, kil tabletlerin üzerine çivilerle yazmıştır. Yerleşik hayata geçmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan yazı, o dönemlerdeki haliyle pek pratik olmadığı için yaygınlaşmamıştır.
Sümerler’den sonra yazıyı ilk kullanan millet Çinliler olmuştur. Çinliler yazı yazmak için önce tahta levhaları, ardından da ipek kumaşları kullanmıştır. Artık kil tabletlerin yerini kolay tanışanabilecek malzemeler aldığı için yazının yaygınlaşması da mümkün hale gelmiştir. Ancak yazının herkes tarafından kullanılabilir hale gelmesini sağlayan en önemli buluş mürkekkebin icadı olmuştur.
Mürekkebin icadı…
Mürekkep, MÖ 2697 yılında, Çinli filozof Tien-Lcheu tarafından bulunmuştur. Önceleri taşlara kazınmış hiyeroglifleri siyahlaştırmada yararlanılan mürekkep, daha sonra başka amaçlarla da kullanılmaya başlanmıştır. Yine aynı tarihlerde Mısırlılar’ın da mürekkep kullandığı bilinmektedir. Asurlular, Mısırlılar, hatta Yunanlar’dan kalma, pişirilmiş toprak levhalar veya taş üzerine yazılmış pek çok yazıt günümüze kadar ulaşmıştır. Mısırlıların yeraltı mezarlarında da, siyah ve kırmızı mürekkeple yazılmış papirüsler bulunmuştur. Bu elyazmalarında tüy kalemlerin kullanıldığı sanılmaktadır. Yunanlar ile Romalılar da düşüncelerini yazı halinde ifade etmek için mürekkep kullanmıştır. Hatta Plinius, Marcus Vitrunius Polio ve Dicskorides’in eserlerinde mürekkep formülleri yer almaktadır.
Mürekkebin icadının en önemli sonuçlarından biri de insanoğlunun kâğıtla tanışması olmuştur. Eski Romalılar, Yunanlılar, Mısırlılar ve İsrailliler yazı yazmak için papirus bitkisinden ya da hayvan derilerinden yararlanmıştır. Bilinen en eski papirus kâğıdı ise MÖ 2000 yılına aittir.
Mürekkep, önceleri çok zahmetli birtakım işlemlerin sonucunda elde ediliyordu. Mürekkep yapmak için çam ağaçlarının yakılmasıyla çıkan dumandan elde edilen is, gaz yağı, misk (bir çeşit güzel kokulu madde) ve eşek derisinden elde edilen bir tür jelatinimsi maddenin karıştırılması gerekiyordu. Çinlilerden sonra başka ulusların insanları, bazı bitki ve minerallerden elde ettikleri doğal boyaları da karışıma ekleyerek mürekkebin gelişimine katkı yaptı. MS 400’lü yıllara gelindiğinde ise, daha sonra yüzyıllar boyunca kullanılacak mürekkep formülü bulundu. Bu formüle göre, mürekkebe demir tozu, meşe palamudu tozu
ve reçine gibi maddeler katılıyordu.
Bu çağlarda yaygın olarak siyah mürekkebin kullanılmasına karşın, değişik renklerde mürekkepler de yapılmaktaydı. Bazı parşömenlerde baş harflerin erguvan rengi (temel maddesi zencefre, civa sülfür ve kantaşı) mürekkeple yazıldığı görülür. Bizanslılar ise kutsal addedtikleri kırmızı mürekkebi sadece imparatorluk yazışmalarında kullanmışlardır. Hatta kırmızı mürekkebin özel yazışmalarında kullanılması yasaklayan fermanlara bile rastlanmıştır. Ortaçağ elyazmalarında ise altın ve gümüş yaldızlı çeşitli mürekkeplere rastlanılır.
Yeniçağda ise çok çeşitli ve renk renk mürekkepler ortaya çıktı. Daha sonra dolmakalem mürekkebi, kopya mürekkebi, marka mürekkebi, tipografi, litografi baskılarda kullanılan yağlı, altın, gümüş, bronz yıldızlı matbaa mürekkepleri de yapıldı.
Matbaa mürekkepleri
Matbaa mürekkeplerinin yapım usulleri uzun süre gizli tutuldu. Her matbaacı mürekkebini kendi yapıyordu ve mürekkep formülleri meslek sırrı olarak saklanıyor; ancak usta çırak ilişkisiyle öğrenilebiliyordu. Ancak 1818 yılında Fransız matbaacısı Pierre Lorilleux ilk mürekkep fabrikasını kurdu ve yaptığı mürekkepleri diğer matbaalara satmaya başladı. Mürekkepte seri üretime geçilmesi matbaacılıkta da bir devrim yarattı.
Bugün, baskı usullerine göre değişen, birbirinden çok farklı mürekkep türleri var. Fakat bunların hepsinde, renk veren katı bir madde veya pigment ile bu pigmentin karıştırıldığı bağlayıcı veya eritici bir akışkan bulunmaktadır. Klasik eski mürekkeplere yağlar ve yağlı vernikler katılırdı; bugün de kısmen sentetik verniklerden faydalanılmaktadır. Yeni baskı usulleriyle bulundukça mürekkeplerin içindeki maddeler ve mürekkeplerin özellikleri de değişmektedir.
Görünmez mürekkepler
Bazı mürekkeplerde ise, ancak belirli bir etken karşısında renk veren bir madde bulunur. Bu tip mürekkepler genellikle devlet sırlarını saklamak veya savaş durumlarında gizli bilgileri iletmek için kullanılan görünmeyen mürekkeplerdir. Herkes tarafından okunması mümkün olmayan bu mürekkeplerin tarihi de en az normal mürekkepler kadar eskidir. Savaş dönemlerinde gizli bilgi aktarmak isteyenler her zaman görünmez mürekkeplere başvurmuştur. Bizanslı Philomenes meşe yazısından elde edilen bir gizli mürekkepten söz etmiştir. George Washington ile Kont Rumford da yazışmalarında bu mürekkebi kullanmıştır.
Gizli mürekkeplerin formülleri onları kullananlar kadar çeşitlidir. Kobalt Klorür, nitrat, sülfat ve asetat tuzlarının sulu çözeltileri hafif pembe renklidir. Seyreltik çözelti ile kaba kâğıtlara ya da kumaşlara yazılan yazılar kolay görünmez. Ancak 100 ile 120 derece arası sıcaklığa kadar ısıtılırsa bu tuzlar bağladıkları su moleküllerini bırakır ve güzel mavi renkli yazılar ortaya çıkar. Renksiz demir üç sülfat çözeltisi ile yazılmış yazılar potasyum ferro siyanüre batırılmış bir bezle hafif silinirse ünlü Prusya mavisi rengi gözlenir. İşlem sodyum karbonat ile yapılırsa yazı kahverengi olur. Kurşun asetat çözeltisiyle yazılan görünmez yazılar kükürtlü hidrojen gazına tutulursa simsiyah harfleri rahatça okuyabilirsiniz. Fenolfttalein ile yazılmış yazı amonyak buharı ile açığa çıkar. Kimi yazılar ise ancak birkaç ara işlemden sonra okunabilir.
Elektronik mürekkep
Mürkkep, ilk bulunduğu günden bu yana teknolojinin de yardımıyla sürekli gelişti. Ancak Ancak 1998 yılına kadar bu alanda görünen bütün gelişmeler bildiğimiz geleneksel mürekkebin daha dayanıklı, daha canlı, daha renkli ve daha kaliteli yapılması yönünde oldu. 1998 yılına gelindiğinde ise, ABD kökenli bir firma sayfa üzerinde şekil ve renk değiştirebilen elektronik mürekkep icad ettiğini açıkladı. Bu, mürrekebin ve hatta yazının tarihinin bile yeniden yazılmasını gerekli kılacak kadar önemli bir buluştu.
İlk etapta basın ve reklam sektörünün işine yaraması beklenen bu müthiş buluş, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) araştırmacılarından Joseph Jacobson ve arkadaşlarına aitti. E-Ink diye anılan elektronik mürekkep, tıpkı klasik mürekkep gibi sıradan zeminler üzerine basılabiliyordu. Farkı ise elektronik mürekkebin istenmesi halinde şekil değiştirmesiydi.
Elektronik mürekkep nasıl çalışıyor?
Elektronik mürekkebin içinde şeffaf ve büyüklükleri ancak saç kalınlığında olan minicik toplar yer alıyor. Bu şeffaf kürelerin içinde ise boya partikülleri bulunuyor. Bu partiküller elektrik verilmesi halinde şeffaf kürelerin içinde hareket edip yer değiştiriyor. Bu partiküllerin hareketini kontrol ederek basılı yazı ya da şeklin değiştirilmesi mümkün oluyor.
Elektronik mürekkep, merkezi ABD’nin Cambridge Kenti’nde olan E-Ink Şirketi’nce pazarlanıyor. Bu yeni teknoloji, ilk aşamada reklamcılık sektöründe kullanılmaya başlandı. Ancak içeriği yenilenen elektronik kitap ve gazetelerin gerçekleşmesi için birkaç yıl daha var. Bu sayede gelecekte kitapseverler, internete girerek ellerindeki elektronik kitaba başka bir roman yükleyip, okuyabilecek.
Kaynak: http://www.sosyal-bilgiler.com/icatlar-dunyasi/174-murekkebin-icadi.html
Edebiyat ve hukuk


Her gün yeni bir vesileyle hukukla ilgili bir konu gündeme geliyor ve ateşli bir biçimde tartışılıyor. Bazen bir mahkeme kararı oluyor tartışılan, bazen bir siyasinin hukukla ilgili beyanı, çok zaman hukukun yokluğu ya da kamuoyunun bir bölümünde mahkemelere olan güvenin ne ölçüde sarsıldığı… Mesela bu yazının yazıldığı günlerde ülke gündemi, avukatların adliyelere nasıl gireceğinden Soma Katliamında hukuki sorumluluğun kimde olduğuna, başkanlık rejiminden seçimlerin güvenliğine ucu hukuki meselelere doğrudan değen konularla meşguldü. Yazı yayımlandığında gündem değişmiş olacak belki de ama yeni gündem maddeleri çerçevesinde gene hukuk tartışılmaya devam edecek.
Bu durum yeni de değil doğrusu; bu tartışmalarda “hiç bu kadar” sözünün sıklıkla sarf edilmesine bakmayın, arşivler bugün tartıştıklarımızın benzerlerinin en azından 1980’lerden bu yana tartışılageldiğini gösterecektir. Peki, hiç mi fark yok; elbette var. Tartışmanın taraflarının bu kadar zıt tezler ileri sürmeleri galiba yeni ve farklı bir durum. Öyle ki, taraflardan birinin ülkeyi baskıcı bir rejime, hatta faşizme götüreceğini iddia ettiği yasal düzenlemeler için öbür taraf “demokratikleşme yolunda bir adım” gibisinden şeyler söyleyebiliyor. Memleketimizde pek seviliyor olsa da, “bu meseleyi uzmanlarına bırakalım” demek de mümkün değil, çünkü aynı konuyu televizyonda tartışan iki hukuk profesöründen birinin söyledikleriyle öbürünün söyledikleri de taban tabana zıt. Sanırım hukuka güvenin sarsılmasında önemli bir etmen de bu.
Hukuka ve hukukçulara duyulan bu güvensizlik edebiyatı değersiz gören bir okur tavrını akla getiriyor. Bazı okurlar, bilirsiniz, özyaşamöyküsü okumayı roman okumaya yeğlediklerini vurgulamayı pek severler. Bir başkasının hayal dünyasının umurlarında olmadığını, özyaşamöyküsü ya da anı okuduklarında gerçekten yaşanmış deneyimlerin bilgisini edindiklerini belirtirler. Bu anlayış, “Şair sözü elbet yalandır” dizesinin güncellenmiş hali olarak görülebilir. İşte, hukuk tartışmalarıyla ilgili de giderek böylesi bir noktaya gelinmekte – çoktan gelindi belki de. Çağdaş bir şair, bugün Fuzuli’yi telmihen “Aldanma ki hukuk(çu) sözü elbet yalandır” dese ziyadesiyle popülerlik kazanabilir.
Bir ucu siyasi tartışmalara da değen konular, tamam, ama günlük hayatta da mahkeme kararları çok sık eleştirilir; öteden beri en çok da yasa maddelerinin esnek oluşundan dert yanılır. Bütün mesele sanki yasaları hazırlayanların dile yeterince vâkıf olmamalarıymış gibi, yasaların daha iyi yazılmış olması halinde sorunların büyük ölçüde çözüleceği fikri de sıkça ileri sürülür. Elbette, hukukçuların işlerine geldiği için yasaları esnek biçimde kaleme aldıkları da eklenir bu sırada.
Edebiyat ve hukuk arasındaki ilişkiden, yakınlık ve/veya uzaklıktan söz etmeye her ikisine yönelik böylesi olumsuz bir yargıyla başlamak hoş değil, ama memleketin hali ahvali böyle. Sanırım, bu yargıyı besleyen asıl neden bu iki uğraşın “söz”le ilişkisi. Edebiyatçılar da, hukukçular da “söz cambazı” olarak görülürler. Buna katılmasak da bu iki uğraşın “söz”le bir ilişkisi, bir derdi olduğunu da yadsıyamayız. Hukukçu, akışkan ve değişken toplumsal hayata sözcüklerden oluşan hukuk normları aracılığıyla bir düzen vermeye çalışırken edebiyatçının insanı anlama ve ifade etme çabasında sözcüklerden başka malzemesi yoktur. Bu noktadan sonra, hukukla edebiyat arasındaki temel ayrım ortaya çıkar. Sözcükleri nasıl bir söylem için bir araya getirdiklerine baktığımızda hukukla edebiyatın arasındaki ayrımı, uzaklığı görebiliriz.
Temel ayrım, sanırım, edebiyatın insanın, insanların hikayelerinin peşinde olmasından kaynaklanıyor; hukuksa tekil hikayeler hakkında hüküm verebilmek için olası hikayelerin –içerdiği ayrıksı hallerle birlikte– tamamını kuşatacak genel kurallar koymayı amaçlar. Oysa tekil bir hikayenin peşinden giden edebiyat hukukun sabitlemek, her zaman ve her yerde aynı anlama getirmek istediği sözü açmak, genişletmek, çoğaltmak, yeni anlamlar katmak içindir. Hukuk çelişki sevmez, gördüğü yerde çelişkileri bertaraf etmek isterken, edebiyat çelişkileri kışkırtıp bu çelişkilerden yeni anlamlar doğmasına ebelik yapmayı, en azından böylesi ihtimaller bulunduğunu unutturmamayı arzular.
Hukuk, tekil insanı genel ve soyut normlar içerisinde değerlendirir. Yasalar genel işlemlerdir, belirli bir statü içerisindeki herkes için düzenlenmiş kodifikasyonlardır; edebiyatsa insanın bir başkasından ayrıldığı noktaların peşindedir. Benzer biçimde, hukuk saikle ilgilenmez, eylemle ilgilenir. Hukukun odaklandığı öncelikle eylemdir, istisnalar dışında eyleme giden yol önem taşımaz; edebiyatsa esas olarak bu yoldaki uğrakları, kişinin halini, saiklerini, onu etkileyen etmenleri didikler. Hukuk insanın neyi neden yaptığının değil, ne yaptığının ve bu yaptığının ne gibi sonuçlar doğurduğunun yanıtını ararken; edebiyat, tam tersine, insanın ruhsallığının ve yapıp ettiklerinin derinindeki dinamiklerin peşindedir. Bunun doğal sonucu olarak edebiyatçı, insanı yargılamak yerine anlamaya çalışır. Raskolnikov, hukuk nezdinde kriminal bir kişiliktir, edebiyatsa Raskolnikov’un kriminal yanıyla ilgilenmez. Raskolnikov’un kişiliği kadar, yaşadığı zamanı ve mekanı sorgular. Dolayısıyla, bir yargılamadan söz edilecekse, edebiyatın yargıladığı Raskolnikov değildir, Suç ve Ceza’da yargılanan bütün bir toplum ya da zamanın ruhudur.
Hukuk normları sonuç olarak soyuttur, çıkarları çatışan insanların ya da insanla devletin ilişkilerini düzenlemek için yaratılmıştır. Böylesi “ulvi” görevlere adanmış edebiyat yapıtları olmakla birlikte, edebiyat esasında insanın başkasıyla olduğu kadar kendisiyle çatışmasını da didikler çoğunlukla. Bu gibi çatışmalara bir düzen vermekten çok, yeni çatışmaları kışkırtır, düzensizliğe eğilimlidir. Soyut bir düzen fikrinden çok düzensizliğin olgusal, somut haliyle ilgilidir. En azından “düzen”in kurgusallığının farkındadır edebiyatçı. “Düzen”in kalıcı değil anlık ve arızî olduğunu, “düzen”deki geçiciliği, sahteliği, yapmacıklığı gözler önüne serer. Hatta diyebiliriz ki hukuk, konuyu toparlamaya, kurallara bağlamaya çalışırken, edebiyat konuyu dağıtma eğilimindedir.
Edebiyatın edebiyattan yargılanması
Belki edebiyat eleştirisinin kurmaca edebiyata nazaran hukuka bir parça daha yaklaştığı düşünülebilir. Türkiye’de edebiyat ve yargı kelimeleri yan yana daha çok ceza davaları bağlamında bir araya gelir, oysa edebiyat eleştirisi de edebi metnin edebiyat içinden yargılanmasıdır. Ne var ki edebiyat eleştirisinin, hukuk kuralları gibi her yapıt için uygulanabilecek genel normları, ölçütleri yoktur. Böylesi bir edebiyat eleştirisi hem eleştirinin hem de edebiyatın yaratıcı yanını yok eder. Edebiyat eleştirisi, her yapıtın “biricik” olduğunu hiçbir zaman göz ardı etmez. İnsanlar da benzersiz varlıklardır, ama hukuk nezdinde alıcı, satıcı, sanık, mağdur gibi kategorilerin içerisinde biriciklikleri pek de düşünülmeden değerlendirilirler. Edebiyat eleştirisi, neredeyse yazılan her yeni eserle yeniden kendisini de sorgulayan, dönüştüren bir dinamizme muhtaçtır. Geçmişte ortaya konmuş eserlerden yola çıkılarak oluşturulmuş ölçüt ve ilkeleri vardır, ama hiçbir zaman bu ilke ve ölçütleri daha sonra yazılmış eserlerin mutlak suretle uyması gereken çerçeveler olarak değerlendirmez – böyle bir yaklaşım edebiyatı bir kafese kapatmak, onu statik bir duruma mahkum etmektir. Eleştirinin ilke ve ölçütleri yeni yapıtlar, yeni biçim, eğilim ve yaklaşımlar ortaya çıktıkça değişip dönüşür.
Bu noktada edebi yargı ile hukuksal yargının konularına yaklaşırken sordukları sorular da hiç yakın sayılmazlar. Hukuk bir davranışın normlarla belirlenmiş sınırlar içerisine girip girmediğini sorgularken, edebiyat eleştirisi ele aldığı metnin neden kendisinden önceki edebi metinlerden farklı şekilde yazıldığından yola çıkarak, bu yeni formun edebiyata yeni bir anlatım tarzı getirip getirmediğini ya da bu formun ne anlama gelebileceğini araştırır. Edebiyat eleştirisinin yaptığı salt bir yargılama değildir üstelik. Edebiyat eleştirisi önündeki metni anlamaya çabalar, onun anlam kodlarını bulmaya, bu uğurda yeni anlamlandırma düzlemleri oluşturmaya çalışır. Hukuki yargılamalarda böylesi çabalar baştan, mevcut hukuk düzeninin dışına çıkmak, bir anlamda dalalet olarak görülür. Edebiyat eleştirisindeyse bunu yapmamak kusurdur.
Hukukta da yasalar ve normlar değişir elbette, yasa koyucular zaman zaman mevcut hukuki düzenlemelerin iktisadi-toplumsal hayattaki gelişmelerin gerisinde kaldığını saptadıklarında ya da teknoloji alanında ortaya çıkan yeniliklerin yasal zeminini oluşturmak için yeni duruma uygun normların yürürlüğe girmesini sağlarlar. Bu değişim çok uzun bir sürecin sonunda gerçekleşir. Edebiyat eleştirisi ya da estetik alanında da yeni eleştiri yöntem ve ilkelerinin görünürlük kazanması kısa bir zamanda gerçekleşmez, ancak bu alanlardaki değişimin en azından tartışılabildiği ana akımın dışında mecralar her zaman mevcut olmuştur. Alternatif eleştiri okulları yeni fikirlerini, bu fikirler ışığında yaptıkları değerlendirmeleri (“yargılamaları”) dergilerde, kitaplarda konuyla ilgili çevrelerin tartışabileceği sair ortamlarda ortaya koyabilirler. Bir kez ifadesini bulduğunda elbette bir norm halini almaz bunlar, ama bir biçimde yürürlüğe girmiş, daha sonraki değerlendirme ve tartışmalarda göz ardı edilemeyecek bir önerme halini almıştır.
Hukuk nosyonu, edebiyat sezgisi
Hukuk eğitimi alanlara da, hukukçuluk mesleğini icra edenlere de zaman zaman, bütün yasaları bilip bilmedikleri sorulur. Bu soru, bir edebiyatsevere kütüphanesindeki bütün kitapları okuyup okumadığının sorulmasına benzer. Elbette, her iki sorunun yanıtı da olumsuzdur. Hukuk eğitimi sadece hukuk kurallarının öğretilmesi değildir. Hatta daha çok “hukuk nosyonu”nun öğretilmesi amaçlanır. Hukuk nosyonu insanın çözümleme yeteneğini geliştirir; ilk bakışta ilgisiz gibi görünen olgular ve kurallar arasındaki ilişkileri görebilmeyi sağlayan bir bakış açısı kazandırır. Hukuk eğitiminin aynı zamanda insanlara adalet, hak, özgürlük gibi evrensel konularda da derinlemesine bir görü kazandırmayı amaçladığı varsayılır. Edebiyat, insan, dünya ve hayatla çok yakından ilgili olduğu için bunlardan uzak düşünülemez.
Mesleği hukukçuluk olan ya da hukuk eğitimi almış yazarlar hiç az değildir; aralarında mesleğinin izini eserlerinde görebileceğimiz yazarlar olduğu gibi, diyelim yıllarca hayatını avukatlık yaparak kazandığını duyduğumuzda çok şaşıracağımız isimler yer alır. Oktay Rifat avukattır mesela, ama şiirlerinde onun mesleğini bize hissettiren dizeler, söyleyişler, yaklaşımlar bulabilir miyiz? Ya da Demir Özlü’nün, Vüs’at O. Bener’in hikayelerinde? Oysa Necati Cumalı’nın kimi eserleri doğrudan mesleğinden izler taşır. Edebiyatla ilgili hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da bir genelleme yapmak doğru olmaz. Grinin pek çok tonu var. Şair-yazar Akif Kurtuluş’un Mihman ve Ukde romanlarında avukat ve hâkim roman kahramanları seçmiş olması, elbette rastlantı değildir, ama bunun nedeni Kurtuluş’un mesleği değildir, romanda tartıştığı konuların daha net ortaya konabilmesi için kahramanlar arasında hukukçular bulunmasını yeğlemiştir. Özellikle Ukde’de Osmanlı Ermenilerinin başına 1915’te ne geldiği sorusundan yola çıkarak böylesi kıyımlarda suçun, suçluluğun, vicdanın, sorumluluğun ne olduğu meselesini tartışırken işin içine bir hâkimi katması romanın anlam dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Yine de hukuk ve edebiyat arasındaki bağı, gerilimi, ilişkiyi görme çabasında yazarların meslekleri bahsini abartmamak gerekir.
Edebiyatçının dünyaya ve insanlara bakışında ihtiyaç duyduğu önemli bir perspektif de özgür irade-zorunluluk gerilimidir. İnsanların eylemlerinin neden ve saiklerini derinlemesine bir bakışla tartabilmek için bu eylemin iradi bir seçim mi olduğunu, yoksa bu eylemin ardında o kişiyi böyle davranmaya mecbur bırakan zorunluluklar mı bulunduğunu sahih biçimde görmek, tartmak gerekir. Hukuk nosyonu edinmek, bir yanıyla da bunu görmeyi ve tartmayı öğrenmektir. Evet, bir yanıyla felsefenin alanında bir tartışmadır bu, ama bu konu daha çok hukuk felsefesinde derinlikli olarak ele alınmıştır. Edebiyat ile hukuk arasındaki bağ, irade-zorunluluk gerilimi tartışıldığında karşılıklı bir etkileşim halini alır. Özgür irade-zorunluluk gerilimi öteden beri edebiyatçıların da üzerine eğildikleri bir konudur. Bunun sonucunda, bu konuyu tartışan hukuk felsefecileri de sıklıkla edebiyat eserlerinden yola çıkar, onlardan örnekler verirler, “somut bir vak’a” olarak edebiyat eserleri ya da edebi kişilikler üzerinden tezleri kurar ve tartışırlar.
Bununla birlikte, edebiyatçının bakış açısı herhangi bir mesleki, akademik eğitimle edinilmekten çok, edebiyat yapıtları aracılığıyla kazanılan bir bakış açısıdır. Neyi, nasıl yazacağını belirleyen kimi zaman bilgi değil sezgidir üstelik. Bilgili yazarlardan çok bilge yazarlardır kalıcı yapıtları kaleme alanlar. Sezgi yeteneği ve/veya bilgelikse insanın doğuştan gelen yeteneği ya da niteliği değildir, yaşayarak gelişen şeydir. Hukuk pratiğinin içerisinde yer almak, insanı çok farklı insanlarla, kesimlerle, sorunlarla yüz yüze getirir. Bu yanıyla hukuk pratiğinde yer almak hiç kuşkusuz edebiyatçılara sayısız imkan sunar. Bu imkanların farkına varabilmek ve bunlardan yararlanabilmek için gerekense hayata, topluma ve insanlara geniş bir pencereden bakabilmektir. Hayata sürekli olarak katı biçimde, “olması gereken”in penceresinden bakan, “olan”ı görmek, anlamak istemeyen biri bu fırsatı tepiyordur. Ne yazık ki hukukçuların “olması gereken” penceresi biraz daha açıktır genellikle. Bu noktada edebiyat pratiğinin hukukçulara kazandırdıklarından söz etmek gerekirse, edebiyat pratiğinin –sadece yazma anlamında değil, okuma anlamında da– bu mesleki deformasyonun ilacı olacağı söylenebilir.
….
Behçet Çelik
YAZININ DEVAMINI ŞURADAN OKUYABİLİRSİNİZ: http://www.sabitfikir.com/dosyalar/edebiyat-ve-hukuk
Bu yazının bir bölümü, Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar kitabında (Dost Kitabevi Yayınları, 2015) yayımlanmıştır.
Kediler 5 bin yıl önce evcilleştirildi
Bilim insanları, Çin’de bulunan fosiller üzerinde yaptıkları incelemelerde kediler hakkında bugüne kadar saklı kalan bilgiler ortaya çıkardı.
Kedi en sevdiğimiz iki evcil hayvandan biri olmasına rağmen geçmişi hakkında çok fazla bilgimiz yok. Çin’de Taş Çağı’ndan kalan bir köyde yapılan kazılar ise araştırmacılara uzun yıllardır merak ettikleri soruların cevabını göstermiş olabilir.
Çin orta bölgesinde yer alan Quanhucan adlı çitçi köyünde yapılan kazılarda bulunan 5 bin 300 yıllık fosiller, kedilerin insanlarla sanıldığından daha uzun zamandır birlikte yaşadığını öne sürdü.
Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde yayımlanan araştırmada yer alan ABD’nin Washington Üniversitesi’nden Fiona Marshall, “Kedilerin insanlarla yaşamaya başladıkları sürecin ilk deliline ulaştık” dedi.
Marshall, avcı-toplayıcı kabileler tarafından binlerce yıl önce evcilleştirilmeye başlanan köpeklere kıyasla, kedilerin ‘çiftçilerin evcil hayvanları olarak’ insanlarla beraber yaşamaya başladığını belirtti.
USA Today’de yer alan habere göre, antik çiftçi köyünde bulunan kedinin kemiklerinde şaşırtıcı derecede fazla tahıl kalıntısı bulundu. Bu bulgu, vahşi kedilerin evcil kedilere dönüşme sürecinin bir delili olarak kabul edildi.
‘FARE YAKALAMAK İÇİN GELDİLER’
Fosillerin DNA’sı henüz araştırılmamış olması nedeniyle, araştırmacılar iki olasılığı öne çıkarıyor. Çin’de bulunan kediler ya Ortadoğu’dan getirilmiş evcil hayvanlardı; ya da çiftçiler tarafından evcilleştirildiler.
ABD’nin Missouri Üniversitesi’nde genetik bilimci olan Leslie Lysons, “Vahşi kediler utangaç hayvanlar… Büyük olasılıkla insan yerleşimlerine farelerden dolayı yaklaştılar ve köylüler de onları yakalamalarına izin verdi” dedi .
Lysonsy, vahşi kedilerin zamanla fare yakalamakla evcilleştiği teorisinin doğru olabileceğini belirtti. Kedi fosillerinden bazılarının dişlerinin aşınmış olması, vahşi kedilerin uzun yıllar köyde çiftçiler tarafından beslendiğini savunan bir diğer bulgu oldu.
Evcil kedilere ait keşfedilen ilk tarihi bulgular, 4 bin yıllık antik Mısır çizimleriydi. Bilim insanları, Quanhucan fosilleri üzerinde yapılacak DNA analiziyle kedilerin kökenini ortaya çıkarmayı amaçlıyor.
Daktilonun Tarihçesi
Daktilo; yazı yazmak için kullanılan, her harfin bir tuş aracılığıyla kâğıda basılmasını sağlayan makinedir. Daktilo birtakım temel parçalardan oluşur: Bir klavye (çeşitli harflerin basılması ya da makinenin çeşitli işlevleriyle ilgili tuşlar kümesi), üzerinde kâğıt sarılan kauçuk bir silindir taşıyan hareketli şaryo, madeni çubuklar, bir mürekkep şeridi ve makinenin çalışmasını sağlayan öteki mekanizmalar. Daktiloyu kullanan kişi bir tuşa dokunduğu zaman ilgili madeni çubuk hareket eder ve mürekkep şeridine çarparak üzerinde taşıdığı karakterin kâğıt üzerine basılmasını sağlar. Bir harfin basımından sonra şaryo kendiliğinden yatay bir biçimde hareket eder. Bir satır bittiğinde bir çınlama sesi makineyi kullanana şaryoyu yeni bir satırın yazım için başlangıç durumuna getirmesini anımsatır. Bu tip araçlarda yazının koyuluğu, harflerin boyutları ve tuşlara vuruş hızına bağlı olduğundan aynı koyulukta bir yazı elde etmek olanaksızdır. Ancak birçok modern daktiloda bu sorun yoktur.
Tarih: 19. yüzyılın başlarında birkaç daktilo denemesi yapıldıysa da ilk daktiloyu 1868’de ABD’li Cristopehr L. Sholes yapmayı başardı. Bu buluşun en büyük özelliği, basılacak harflerin metal çubukların ucunda bulunmasıydı. 1872’de dünyaca ünlü Remington firması aracın seri üretimini üzerine aldı. Böylece 1874’te Sholes’in buluşu, Remington 1 adıyla satışa çıkarıldı. Aracın en önemli iki dezavantajı yalnızca büyük harf yazabilmesi ve daktilo yazan kişinin yazdığını görememesiydi. 1878’de küçük harf de yazabilen Remington 2 adlı daktilo piyasaya sunuldu. 1890’a doğru, daktiloyu kullanan kişinin yazdığını görmesine olanak sağlayan daktilolar geliştirildi. Bu tarihten sonra daktilo üretimine öbür firmalar da katıldı ve çalışma düzenleri günümüzdeki daktilolara benzeyen daktilolar üretildi. Elektrikli daktiloların ilk tasarımcısıyla Thomas A. Edison’dur. 1872’de Edison metal çubukları elektromıknatıslar aracılığıyla çalışan bir daktilo yapmayı başardı. Ancak aracın hacmi ve ağırlığı önemli ölçüde arttığı için pratik olmaktan uzaktı. Bu nedenle Edison’un buluşu bir süre için bir kenara bırakıldı. 20. yüzyılın başlarından elektrikle çalışan birçok daktilo prototipi üretildi. Bunların arasında en ilginçleri ABD’li James F. Smakher’in daktilosu (1914), 1930’da Woodstock typewriter ve 1932’de International Business Machine (IBM) firmalarınca üretilen daktilolardır. Bununla birlikte bu araçlar İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar iş adamlarının ilgisini çekmedi. 1947′ de Underwood ve 1948’de Remington firmalarının ürettikleri elektrikli daktilolar günümüzde kullanılan daktilolara oldukça benzer. Günümüzde, daha gelişmiş daktilolarda, yazı yazılırken aynı anda metnin manyetik banda ya da kartlara yazılmasını sağlayan bir aygıt bulunur. Kayıt kartları ya da manyetik bantlar daha sonra metnin yeniden kendiliğinden yazılmasını sağlarlar. Öte yandan daktilo klavyesi, günümüzde, bilgisayar işlem alanında da kullanılır.
KAYNAK: http://www.nkfu.com/daktilo-nedir-daktilonun-tarihcesi/
TÜRK KÜLTÜRÜNDE ALTERNATİF TIBBIN YERİ VE ÖNEMİ
Tarih boyunca insanlar karşılaştıkları hastalıklara, felaketlere ve ölümlere çareler bulmaya çalışmıştır. Bunun için birçok farklı iyileştirici ve tedavi edici yaklaşımlar uygulamışlardır. Halk hekimliği olarak adlandırılan bu uygulamalar modern tıbbın gelişmesiyle birlikte popülerliğini kaybetmiş gibi görünse de son yıllarda hem Türkiye’de hem de dünyada alternatif tıp yeniden önem kazanmıştır.
Özellikle de doğaya dönüşün ve doğal olanın değer kazanmasıyla birlikte geleneksel bir tedavi yöntemi olan alternatif tıp uygulamaları daha fazla uygulanmaya başlanmıştır.
Türk kültüründe çok eski zamanlara dayanan alternatif tıp özellikle şaman geleneğinden beslenmekte ve Türk kültüründe alternatif tıbbın kurucusu sayılan Lokman Hekim’in uygulamaları bugün dünyada alternatif tıp alanında uygulanmaktadır.
İnsanoğlunun Tek İsteği; Sağlıklı Yaşam
Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden olan Türkiye’deki Göbeklitepe’de yapılan kazılarda ve araştırmalarda; bu çağlarda insanların şifayı elde edebilmek için arayış içinde oldukları anlaşılmaktadır.
İlk zamanlarda inanç, büyü, doğaüstü varlıklar gibi unsurlar tıbbın uygulanmasında önemli bir boyut taşırken 17. yüzyıldan itibaren pozitif bilimler gelişmiş ve sağlık uygulamaları da farklılık göstermiştir. Bu tarihten itibaren hekim ve şifacı birbirinden ayrılmıştır.
İnsanoğlu bugüne kadar veba, verem, cüzzam gibi birçok öldürücü hastalığın etkilerinden kurtulmayı başarmıştır. Ancak uzun insanlık tarihi boyunca en bilimsel veriler ışığında uygulanan tıp bilimi bile zaman içerisinde farklılıklar göstermiş ve mevcut uygulamalardan vazgeçilmek zorunda kalınmıştır.
Alternatif tıp uygulamalarının popülerliğini kazanmasında;
- Standartlaşmış ve mekanikleşmiş tıbbi yaklaşımların ret edilmesi,
- İlaç tedavisinin insan doğasına uygun olmadığı gerçeği,
- Bireylerin kendi bedenlerinde ve sağlıklarında söz sahibi olmak istemesi,
- Hastalığın tedavisinde başvurulmadık çözüm yolu kalmaması gibi durumlardan dolayı alternatif tıp hem Türkiye’de hem de dünyada yeniden popülerliğini kazanmıştır.
Ancak tahmin edildiği gibi birçok hekim alternatif tıp uygulamalarına karşı mesafeli durmaktadır. Kanıta dayalı olmayan, denenmemiş ve sonuçları kesin olarak bilinmeyen alternatif tıp yöntemlerine şüpheyle bakılmakta ve Türkiye’deki hiçbir sağlık kurumunda alternatif tıp teknikleri uygulanmamaktadır.
Fakat dünyada ve Türkiye’de gün geçtikçe artan alternatif tıp uygulamaları hekimler tarafından uygun görülmese de hastalar tarafından başvurulan bir yoldur. Türk kültüründe alternatif tıbbın öneminin büyük olması ve insanların şifa bulmak için birçok farklı bitki, karışım ve doğal ürün deneme alışkanlıklarının bulunması Türkiye’yi diğer ülkelerden farklı bir konuma yerleştiriyor. Alternatif tıbbın reddedilmesi mümkün olmadığı için Sağlık Bakanlığı alternatif tıp uygulamalarına belli standartlar ve yönetmelikler getirmek zorunda kalmıştır.
Türkiye’de alternatif tıbbın kontrollü şekilde uygulanması sayesinde;
- Hastalıklara tam anlamıyla şifa bulunmasa da hastalar kendi yaşamları üzerinde daha fazla kontrole sahip olduklarını hisseder,
- Beyinsel ve bedensel fonksiyonların korunmasında yardımcı olunur,
- İlaç tedavileri veya cerrahi müdahaleler sonucunda ortaya çıkan yan etkilerle daha iyi şekilde mücadele edilmiş olunur.
Sağlık Bakanlığı Yasal Düzenlemelerle Alternatif Tıbbı Güvenli Hale Getirdi
2013 yılı itibariyle Sağlık Bakanlığı Türkiye’de 14 ilde 6 binden fazla kişiyle yaptığı araştırma sonucunda hastaların %60’dan fazlasının geleneksel tıp yöntemlerine başvurduğunu belirlemiştir. Ancak bu geleneksel yöntemlerin çoğunun kulaktan dolma bilgiler olduğu ve hastalıklarla mücadele bir işe yaramadığı ortaya konulmuştur.
Yanlış uygulamaların ortadan kalkması ve modern tıbbın yanında destekleyici tedavi yöntemi olması adına Sağlık Bakanlığı günümüzde alternatif tıp uygulamalarına belli kriterler getirmiştir.
Alternatif ve tamamlayıcı tıp alanında dünyada hazırlanan ilk mevzuata sahip olan Türkiye’de geleneksel tıp yöntemleri eğitim almış, sertifika sahibi olmuş hekimler ve diş hekimleri tarafından uygulanabilmektedir. Türkiye’de geleneksel tıp yöntemleri olarak geçerliliği olan tedavi yöntemleri;
- Akupunktur,
- Ozon tedavisi,
- Fitoterapi,
- Homeopati,
- Hacamat veya kupa uygulaması olarak bilinen tedavi yöntemi,
- Sülükle tedavi,
- Mezoterapi,
- Östeopati gibi 14 farklı geleneksel alternatif tıp uygulamasını kapsıyor ve bu geleneksel yöntemler Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’na bağlı merkezlerde gerçekleştiriliyor.
KAYNAK: https://www.atakurumsal.com/turk-kulturunde-alternatif-tibbin-yeri-ve-onemi/
Geçmişten günümüze bedelli askerlik ve bedelli askerlik tarihleri
Yeniçeri Dönemi’nde nasıl uygulanmıştır?
Osmanlı döneminde bedelli askerli kavramına uygun yapılan ilk uygulama Bedel-i şahsi denen uygulamadır. Para karşılığı askerlik olarak değil; yerine bir başkasını askere göndermek olarak uygulanan bedel-i şahsi, yeniçeri ocağının kapatılmasının hemen sonrasında başlatılmıştır.
Askere gitmek istemeyenler 5 yıllık askerlik hizmeti için 25-30 yaş arasında, beyaz, bulaşıcı hastalığı bulunmayan, ruhsal olarak müsait, yüz kızartıcı sabıkası olmayan birisini yerine gönderebiliyordu.
İlk paralı askerlik
Osmanlı Dönemi’nde ilk paralı askerlik kanunu 1870 yılında çıkarıldı. “Tenkisat-ı Cedide-i Askeriyeye Tevfikan Tanzim olunan Kura Kanunname-i Humayunu” adlı kanun ile düzenlenen uygulama, 15 bin kuruş verip 3 aylık temel eğitim almak sonucunda 5 yıllık askerlikten muaf olmayı sağlıyordu.
Meşrutiyet Dönemi’nde de İttihat ve Terraki Partisi tarafından Ahz-ı Asker kanunu dahilinde 50 lira bedel ödeyip yalnızca 6 ay askerlik yapılıyordu.
Cumhuriyet Dönemi ve bedelli askerlik tarihleri
- Türkiye’deki ilk bedelli askerlik uygulaması 1987 yılında Turgut Özal döneminde çıkarıldı. Toplam 18 bin 433 kişi faydalanarak bedelli askerlik yaptı.
- 1992 yılında ikinci kez bedelli çıkarıldı ve 35 bin 111 kişi faydalanarak bedelli askerlik yaptı.
- 1999 yılında üçüncü kez bedelli çıkarıldı ve 72 bin 290 kişi faydalanarak bedelli askerlik yaptı. 99 Depremi’nin ertesinde çıkarılan bu bedelli, ülke ekonomisine 1,1 milyar TL katkı sağladı.
- 2011 yılında dördüncü kez bedelli çıkarıldı ve 70 bin 179 kişi faydalanarak bedelli askerlik yaptı.
- 2014 yılında beşinci kez bedelli çıkarıldı ve rekor sayıyla 200 bin 338 kişi başvurdu ve 6 milyar TL ile rekor gelir sağlandı
- 2018 yılında ise bedelli askerlikle ilgili AK Partili Grup Başkanvekili Bülent Turan ‘Yaş 25, ücret 15 bin TL ve 25 gün de askerlik olacak.’ açıklamasını yaparak maddenin yasaya ekleneceğini söyledi.
KAYNAK: http://www.milliyet.com.tr/gecmisten-gunumuze-bedelli-askerlik-ve-bedelli-askerlik-tarihleri-molatik-8696/
GÜREŞ GELENEĞİ
İki kişinin, belli kurallar içinde, güç kullanarak ve türlü oyunlarla birbirinin sırtını yere getirmeye çalışmasına güreş denir. “Güreş” sözcüğünün kökeni Türkçe yiğit, sarsılmaz, yürekli anlamına gelen “kür” ve ortak, arkadaş anlamına gelen “eş” sözcüklerinin birleşmesinden oluşan ”küreş” kelimesine dayandırılır. Güreş, sadece yetişkinlerin yaptığı bir spor olmayıp, yetişkinlerin teşviki ile çocukların da birbirleri arasında oynadıkları bir oyundur.
Türklerdeki güreş geleneğinin tarihi, Çin kaynaklarından edinilen bilgiye göre M.Ö.2. yy’a kadar gitmektedir. Dede Korkut Destanı’ndan Oğuz Türklerinin güreşin çeşitli türlerini bildikleri anlaşılmaktadır. Osmanlı Devleti güreşe önem vermiş, ünlü pehlivanlarını yabancı ülkelere elçi olarak göndermiştir. Yine bu dönemde vakıf niteliğinde özerk örgütler oluşturarak bu sporun örgütlenmesini sağlamıştır. Geçmişte şehzadeler ve kadınların da güreştiği bilinmektedir.
Güreşin Anadolu’da karakucak, aba güreşi, şalvar güreşi, kuşak güreşi, kar üstü güreşleri gibi türleri bilinmektedir. Yağlı güreş dışındaki güreşlerin tamamı yağsız ve giysilidir. Aba güreşinde aba adı verilen kumaştan bir yelek, şalvar güreşinde kıl kumaştan genişçe bir şalvar, yağlı güreşte ise bu iş için özel olarak hayvan derisinden yapılan kispet giyilir. Ayaklar genellikle bütün güreşlerde çıplaktır. Kar üstünde yapılan güreşlerin dışındaki diğer güreşler çim zeminde veya genellikle harman yerinde yapılır. Bazı güreşler gece karanlıkta olur. Güreşlere genellikle çift zurna ile iki ya da daha fazla sayıda davuldan oluşan çalgı takımı eşlik eder. Bu esnada genellikle Köroğlu ezgisi çalınır. Güreş karşılaşmalarında eskiden büyükbaş veya küçükbaş hayvan, tarıma elverişli arazi, halı, kilim gibi ödüller verilirken günümüzde konuyla ilgili yapılan organizasyonlarda madalya ya da altın kemer verilmektedir.
Geçmişte daha çok düğün, bayram, panayır gibi sebeplerle yapılan güreş, günümüzde düğünlerin, bayramların yanında festivallerin, şenliklerin önemli unsuru haline gelmiştir. Bu ortamlarda yapılan güreş, vesilesi olduğu etkinliğin cazibesini arttırıcı bir etkide bulunur. Anadolu’nun pek çok yerinde yaygın olarak karşımıza çıkan güreş geleneği, Edirne Kırkpınar’da düzenlenen yağlı güreş festivalinde olduğu gibi belirli yerlerde festival şeklinde sürdürülmektedir.
KAYNAK: http://aregem.kulturturizm.gov.tr/TR-131413/gures-gelenegi.html
SATRANCIN TARİHİ
Satrancın, zamanımızdan en az 4000 yıl önce Mısır’da oynandığına dair bulgular piramitlerdeki kabartmalarda bulunmaktadır. Yine Çin’de, Mezopotamya’da ve Anadolu’da oynanmaktaydı. Oyunun bugünkü adını alması, MS 3. – 4. yüzyıllarda Hindistan’da, oyuna ÇATURANGA denmesi ile başlar. Satranç ile ilgili ilk yazılı belgeler Hindistan’dan kalmadır. Daha sonra satranç İran’a, onlardan Araplara, Endülüslüler sayesinde de İspanya üzerinden Avrupa’ya yayılmıştır. Arap ve Avrupa el yazması kitaplardan sonra, İspanyol Lucena’nın ilk basılı satranç kitabında (1497) satrancın o zamanki yeni kuralları açıklandı.
O zamandan bugüne kadar, satranç oyununun kuralları değişmeden gelmiştir. İspanya’dan sonra, İtalya, Fransa, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya’da satranç hızla yaygınlaştı. 15. yüzyılda İspanyol Lucena, 17. yüzyılda İspanyol El Greco, 18. yüzyılda Fransız Philidor’un satranç kitapları vardır. 19. yüzyıl sonlarında satrancın büyük yıldızları belirdi: Anderssen, Morphy, Rubinstein ve Steinitz. 1850’lerden başlayarak, güçlü oyuncuların katıldığı turnuvalar yapıldı. Sonunda, 1886’da o zamanın en kuvvetli iki satranç oyuncusu arasında, ilk dünya satranç şampiyonluk karşılaşması oynandı: Steinitz ve Zukertort. Steinitz bu maçı, 10 galibiyet, 5 beraberlik ve 5 yenilgi (+10 -5 =5) alarak kazandı.
İlk resmi dünya satranç şampiyonu Wilhelm Steinitz’dir. Steinitz aynı zamanda, satrancı sistematik oynama kavramının da babasıdır. Steinitz’in teorisinin başlangıç noktası “Satrançta konumun özelliklerine uygun bir plan yaparak oynamak” tır. “Konumun Özellikleri” konusundaki görüş ve çalışmaları, modern satranç oyununun temelleri olmuştur.
1998’den sonra iki ayrı dünya şampiyonluğu kabul edilmeye başlanmıştır. Biri FIDE’nin (Dünya Satranç Federasyonu) düzenlediği dünya birinciliği turnuvasını kazanan dünya şampiyonu, diğeri de Profesyonel Satranççılar Birliğinin dünya şampiyonu. 2001 yılında FIDE’nin dünya şampiyonu V. Anand’dır, Profesyonel Satranççılar Birliğinin dünya şampiyonu da V. Kramnik’tir. Bu durum 2006 yılında FIDE Dünya Şampiyonu V.Topalov ve Klasik Dünya Şampiyonu V.Kramnik arasında oynanan maçtan sonra sona ermiş ve iki dünya şampiyonluğu ünvanı birleştirilmiştir. Vladimir Kramnik, halen “Mutlak Dünya Şampiyonu” unvanını taşımaktadır.
Dünya Satranç Şampiyonlarının hepsinin deha düzeyinde zekâları olduğu bilinmektedir. Bu dünya şampiyonlarından bazıları bilim ve matematik alanında da dünyanın önde gelen bilim adamlarından idiler. Emanuel Lasker matematikçi ve filozof idi. Dr. Max Euwe matematik doktorası sahibiydi ve matematik hocalığı yaptı. Mikhail Botvinnik mühendis ve daha sonra profesör olmuş, bilgisayar alanında çok değerli bilimsel çalışmalar yapmıştır.
KAYNAK: http://www.tsf.org.tr/federasyon/tarihce
DÜNYADA SİGORTACILIĞIN GELİŞMESİ
KAYNAK: Sigortacılığımızın Tarihi, H. Cemal Ererdi
Sigortacılığın dünyada ilk uygulaması Deniz Ticaretinin gelişmesi ile beraber ortaya çıkmıştır. Ancak Deniz sigortalarının ilk kez ne zaman uygulandığına dair kesin bir belge bulunamamaktadır. Bazı kaynaklara göre Rodos’ta ilk uygulamaların olduğu ifade edilmekte ve Umumi Avarya’ya ait eski Rodos kaidelerinin deniz sigortaları çok benzer hükümler ihtiva ettiğinden hareketle, sigortacılığın da bu dönemde başladığı yolunda tahminler yürütülmektedir.
Babil devrinde de ticari faaliyetleri finanse etmek için deniz ödüncüne benzer bir usul kullanıldığı Profesör Trenerry’nin “Researches into the Origins of Marine Insurance” adlı kitabında yer almaktadır. Buna delil olarak da Hamurabi Kanunları gösterilmektedir. Bu konuda bazı araştırmacılar ise, Fenikelilerin ve daha sonra Lombardiyalıların zamanında ilk sigorta poliçelerinin düzenlendiğini belirtmektedirler. Özellikle Lombardiyalıların burada ikamet ettiklerini, işyerleri kurduklarını tarih kitapları yazmaktadır. Burası şu anda Londra’da sigortacılık faaliyetlerinin yapıldığı Lombard Street’tir. Lombardiyalılar devrinde Hansa Birliğine dahil tüccarlar deniz sigortaları yaptırmaktaydılar. Nitekim 1310 tarihinde Brugress’de bir Sigorta Odası kurmaları bunu kanıtlamaktadır. Lombardiyalı ve Hansalı tüccarlar İngiliz ticaretinin önemli bir bölümünü kontrolleri altına almışlar ve Royal Exchange’in kurulmasını sağlamışlardır. Aslında bir emtea borsası olan bu binada sigorta poliçeleri de tanzim edilmeye başlanmıştı.
Bilinen ilk sigorta poliçesi İtalyancadır, 23 Ekim 1347 tarihlidir ve Santa Clar adındaki gemiyi Cenova’dan Mayorka’ya kadar olan bir sefer için temin etmektedir.
İlk sigortacılar şimdiki gibi belli bir merkezde toplanmadıkları için belli bir adresleri yoktu. 1574 yılında Richard Candler adlı bir kişiye poliçe yazma yetkisi verildi. Bu yetkiye dayanarak bu kişinin sigorta ofisine yerleşerek Royal Exchange’de çalışmaya başladığı bilinmektedir.
Sigortacılığın kanunlarda yer alması 1601 tarihine rastlar. Bu kanun gereğince, deniz sigortalarında meydana gelecek anlaşmazlıkları çözmek üzere bir mahkeme kurulması da sağlanmıştır.
Sigortacılığın tarihinden bahsederken, Lloyd’un oluşumundan da bahsetmek gerekir. Tower Street’te E. Lloyd’a ait bir kahvenin 1668 yılında açıldığı ve denizle ticaret yapanların uğrak yeri olduğu 1668 tarihli London Gazette’de yer almaktadır. Daha sonra deniz sigortacılarının buluşma yeri haline gelen bu kahve, giderek meşhur bir yer haline gelmiştir. 1692 yılında E. Lloyds’un kahvehanesini başka bir adrese naklettiği ve Lombard Street’te Abchurch Lane köşesinde faaliyet gösterdiği bilinmektedir. 1696 yılında Lloyds News adlı bir yayına başlayan Lloyd nakliyat ile ilgili önemli haberleri bu gazetede topluyordu. Lloyd’un ölümünden 22 yıl sonra Lloyds List adlı bir bülten çıkarıldı. Lloyds binası uzun süre sigortacılığın merkezi olarak kullanılmış, 1770’ten itibaren Yeni Lloyds organize edilmiştir. Üye olan tüm sigortacılar 100 İngiliz Pound’u vererek bir bina yaptırdı ve 1774 yılında yeni binalarına taşınıldı.
…
Bugün sigortacılık dünya mali piyasaları içinde çok önemli ağırlığı olan bir faaliyet haline gelmiştir. Dünya prim üretimi 2016 yılı istatistiklerine göre 4.732.188 milyon dolar civarında gerçekleşmiş, dünyada üretilen primin gayri safi milli gelire oranı %6,28 olmuş, yine dünyada kişi başına prim geliri ise 638,3 dolara ulaşmıştır.
YÖRÜK TÜRKLERİ
Yörük, hayvancılıkla geçinen ve hayvanın hareket alanlarına göre göç eden Türklerdir. Bu Türkler içinde yerleşik hayata ilk geçenler Türkmenlerdir. Buna, tarımın keşfi neden olmuştur ve köylerin şehirlerin kurulması eşlik etmiştir.
Yörüklerde hayvan sevgisi daima ön plana çıkıyor. Çünkü binlerce yıldır hayvanlarla insanlar birbirlerine yoldaş oluyorlar. Sabah erken kalkılan, hayvanlarla iç içe bir hayattan söz ediyoruz. Bugünkü dijital dünyanın aksine, her şey manuel yani elle işletiliyor. Barındıkları yer olan çadırlarve yere serdikleri halılar bile keçi kılından yapılıyor.
Bilindiği üzere keçi kılları sert ve dik olur. Keçilerin kılları kırkıldıktan sonra demir taraktan geçirilerek temizlenir. “Kirmen” ile eğrilir. İhtiyaca göre halaç ile rengarenk bükülür. Sonra gerilir ve kalın değneklerle dövülür. Yan yana getirilerek yine kıl iplerle dikilir.
Burada dikkat çeken noktalardan biri çadırlardaki direk sayısıdır. Söz konusu aile eğer yoksulsa orta sıraya üç direk dikilir; eğer varlıklıysa beş direk dikilir.
Köklü Türk geleneklerinde hayvancılıkla uğraşan Yörükler, kendi istedikleri yere değil, hayvanlarının sevdikleri ve doydukları yere gidiyorlar. Şu an ise ülkemizde özellikle Ege, Akdeniz ve İç Anadolu’da yoğun olarak keçi besleniyor.
Çağlardır etinden, sütünden ve kılından yararlandığımız keçiler dönem dönem yok edilmek isteniyor. Buna gerekçe olarak da keçilerin ormana zarar vermesi gösteriliyor. Halbuki insanların ve devlet politikalarının ormana verdiği zarar çok daha büyük, bunu unutmamak gerekiyor.
İNSANLIK KADAR ESKİ: YOGA
Yoga’nın ve yoga yöntemlerinin Babil, Çin, Mısır, İskandinav, Roma, Amerikan Kızılderilileri gibi pek çok eski toplumlardan Sufizm ve Hinduizm gibi kadim kültürlere uzanan bir tarih yolculuğu var. Yapılan arkeolojik çalışmalar bunu destekler nitelikte. Peki, bu kadar köklü bir tarihi olan yoganın felsefesi ve işleyiş sistemi nedir?
Yoga, dünyadaki en eski dillerden biri olan Sanskrit dilinden; bu dilde boyunduruk anlamına gelen Yuc sözcüğü ile aynı kökten geliyor. Yoga, kontrol etme anlamı taşıyor, bu da vücudu, duyguları ve zihni kontrole yönelik bir disiplin olduğunu gösteriyor. Bu disiplin kesinlikle birleştirici, bütünleştirici; evrende yer edinen canlı ve cansız her şeyi birleştiriyor. Dolayısıyla insanın doğayla sürekli iletişimde kalmasını sağlıyor.
Yoganın bir din ya da dini ritüel olup olmadığı hususu hep tartışılmıştır. Elbette taraflar açısından bu konunun net bir sonucu yok. Ancak, Güney Afrika kabilelerinde, Katolik ve Yunan Ortodoks kiliselerinde yoga meditasyon tekniklerinin kullanıldığı biliniyor.
Bu konuda yıllarca çalışmış isimlerden biri, Paramahamsa Yogaçarya Maha Yogi Akif Manaf konuyla ilgili şunları söylüyor: “Orijinal Yoga Sistemi’ni dinlerden farklı yapan unsur bedene, zihne ve duygulara bakış açısıdır.” Yine kendisinin söylediğine göre, yoga bedenin, zihnin, ve duyguların evrensel gerçeğin bir parçası olduğunu ve insanoğlunun gelişmesi, aydınlanması ve yükselmesi için etkin bir şekilde kullanması gerektiğini öğretiyor. (Konuyla alakalı Dahi Yayıncılık tarafından yayınlanan YOGA Nedir? Ne Değildir? adlı kitaba bakılabilir.)
Yoga yapan insanların hem yüz yüze anlatımları hem sosyal medyadaki beyanları bunu doğruluyor. Kendini keşfetme yolculuğu, bir anlamda yeniden doğuşa dönüşüyor. Nefes egzersizleri (Pranayama) ve kasların, iç organların, bağların ve tendonların uyarılmasını sağlayan duruşlarıyla (Asana) bedene sağlık kazandırıyor.
Modern metropol hayatının tüm kargaşası ve hızının aksine, yoga insanı sakinleştirir ve yavaş yavaş canlandırır. Tüketim alışkanlıklarının çeşitlendiği, hatta gittikçe tüketmek için yaşayan insanlara evrildiğimiz bugünlerde yoga sayesinde zihnimizi de temizleyebiliriz.
Umut ve iyimserlikle dolmak için çok sebebimiz var. Bunu keşfetmeye yoga ile başlayalım, haydi!
Dünden Bugüne: Telif Hakkı
Telif, bir yazın, bilim ya da sanat yapıtını yaratan kişinin, bu yapıtla ilgili haklarının tamamına karşılık gelen bir hukuk terimidir. Telif hakkının tarihçesi eski olmakla birlikte özellikle ilk ve ortaçağ dönemlerinde eser üreticisinin iktisaden ve manen korunmasına çok gerek duyulmuyordu. Ancak matbaanın icadının ve kitap basımının yaygınlaşmasının ardından bu ihtiyaç belirginleşti.
Fikri haklarla ilgili düzenlemeler ilk olarak basım imtiyazları şeklinde ortaya çıkıyor. Bu imtiyazların kapsamı günden güne genişleyerek yayınevi mülkiyeti denilen ve eser sahibinin hakkını bertaraf eden bir aşamaya ulaşıyor. 1709 yılında İngiliz parlamentosu tarafından kabul edilen The Statue of Anne adlı kanun, eser sahiplerini koruyan ilk kanun olma özelliği taşıyor.
Ne yazık ki bu yıllarda Türkiye’de matbaacılık henüz faal değildi. Bilindiği üzere ilk Türk matbaası 1722 yılında kuruldu. Bunu takip eden yüzyıl içerisinde, 1857 yılında Telif Nizamnamesi adıyla konuyla ilgili ilk yasal düzenleme yapıldı; fakat bu, bugünkü anlamıyla bir telif hakkı koruma kanunu değildi. Bugün anladığımız anlamda çıkarılan ilk telif kanunu ise “Hakkı Telif Kanunu” idi. 1910 tarihli bu kanun, 1952 yılına kadar değişmeden kullanıldı. Sonrasında altı kez değiştirilerek bugünkü şeklini aldı.
Telif hakkı, eser sahibinin maddi ve manevi haklarını korur, onun izni olmaksızın eser üzerinde yapılması muhtemel herhangi bir değişikliğin önüne geçer. Bu nedenle de son derece önemli ve olması gereken bir kanundur.
İbrahim Müteferrika’dan Günümüze Matbaa
Lale devri döneminde ilk Türk matbaası ilk Türk matbaacısı İbrahim Müteferrika tarafından 1976’da kurulmuştur. Diğer ülkelere nazaran matbaanın ülkemizde bu kadar geç kurulmasının başlıca nedenleri arasında dini olumsuzluklar, bu yönde bir isteğin olmaması veya oluşmaması, okur-yazar oranının düşük olması, hattatlığın bir sektör olması, gerekli koşulların sağlanamaması gibi etmenler gösterilebilir.
Osmanlı döneminde ilk bastırılan kitap Kitab-ı Lügat-ı Vankulu bir sözlüktür. İbrahim Müteferrika matbaa hayatı süresince 17 farklı eser basmıştır. Ancak matbaa maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle matbaa durağan bir yapıda kalmış ve yaygınlaşmamıştır. İbrahim Müteferrika’nın vefatından sonra matbaanın başına 1754 tarihinde İbrahim ve Ahmet Efendi, sonrasında 1983 yılında Mehmet Efendi ve Vasıf Efendi matbaanın başına geçmişlerdir.
1976 yılında alternatif bir matbaa daha Abdurrahman Efendi tarafından kurulmuştur. Daha sonra Üsküdar matbaası ve Takvimhane-i Amire matbaası kurulmuştur. 1833 yılında 54 matbaa 1948 yılında 509 ve 1983 yılında 3537 matbaa bulunmaktaydı.
Günümüzde ise Türk matbaacılığı kendini geliştiren teknolojiyi takip eden günceli yakalayan bir yapıya sahiptir. Hazır üretilmiş teknoloji dışarıdan sağlansa da dünyadaki yenilikleri yakalama adına Avrupa’yla hemen hemen aynı teknolojide üretim sağlamaktadır.
İbrahim Müteferrikanın açtığı bu yolda Türk matbaacılığının her gün gelişmesinden dolayı Dahi Yayıncılık olarak teşekkür ve minnet borçluyuz.
Editoryal nedir?
Editoryal; derleme gibi yazım formlarından biri, bir makale formudur. Makale veya kitap, dergi yazmakla ilgili birçok kaynağa ulaşılabilmesine rağmen, editoryal yazım hakkında fazla bir kaynağa ulaşamamaktayız. Neden olduğu konusuna değinecek olursak editoryal yazının bir editör tarafından yazılabileceği algısı olabilir. Bu kişilerin hatasız, düzgün ve işin ehli oldukları algısından kaynaklanmaktadır. Fakat ayrı bir örnek vermek gerekirse, bilimsel içerikli bir dergide veya makalede bunu dışarıdan bir destek ne kadar sağlayabilir?
Editoryal yazmamız neden önemli?
Bu sorunun ucu açık ve birçok cevap verilebilir ama sıralamak gerekirse,
Yine bilimsel bir dergi üzerinden gidecek olursak,
- Başkaları tarafından konuyla ilgili bir bilimsel araştırma makalesini değerlendirmek, öneminin altını çizmek, okura daha geniş bir bakış açısı sağlamak.
- Araştırma ilerledikçe ve kaynak bulgu arttıkça güvenilirliği ve kanıtları sunmak, sonuca ulaşmak için.
- Derginin yayın politikalarındaki değişiklikleri bildirmek, bilgilendirmek için yazılabilir.
- Yukarıdakiler standart özellikleri olup bize göre en önemlisi; yayın sürecinde sıkıntı olmuş veya içerikle ilgili bir bilgi eksikliği gibi durumlarda bu hatayı düzeltme, okuyucuya açıklama yapmak için kullanılır.
Kitap Hazırlanışı, Basımı ve Yayını Süreci
Kitap bastırmakla ilgili olarak, online ortamda birçok içerik görebilirsiniz. Biz bir kitabın baştan sona hazırlanışı, basımı ve yayınıyla ilgili olarak kısa, açıklayıcı ve net bilgi vermek üzere bu yazıyı okurlarımızla, yazarlarımızla paylaşmak istedik.
Yazımıza başlamadan önce basım sürecinin bizim (Dahi Yayıncılık A.Ş.) basım sürecimizi içerdiğini belirtmek isteriz.
Bir yazar kitabının içeriğini bitirdikten sonra en büyük sorunlardan biri nasıl bastıracağıyla ilgilidir. Yazar, kitabın içeriğini Word halinde yayıncı firmaya yönlendirir. Burada bizim tarafımızdan yapılan incelemeler sonucunda kitabın ön analizi çıkarılır. Yapılması gereken düzeltmeler tespit edilip yazara iletilir. Daha sonrasında düzeltmelerin kimin tarafından nasıl ve ne kadar sürede yapılacağının bilgisi aktarılır. Yazarlarımızın isteğine bağlı olarak düzeltmeleri, yani editoryal süreci kendileri de yapabilir. Düzeltmeler yapıldıktan sonra kitabın onayı için yazara yönlendirilir ve onay alınır. Eğer ticari bir amaçla basılacaksa kitap, ISBN ve Bandrol bizim tarafımızdan hazırlanır ve kitaba eklenir. Onay verilmesi durumunda, kitabın özelliklerine göre, alanında uzman matbaalarımıza yönlendirilir. Baskı sürecinde sıkıntı olmaması için baskıya uygunluk onayı, son düzenlemeler yapıldıktan sonra, matbaa tarafından verilir. Baskıya geçmeden önce kitabın bir maketi alınıp, ilgili yazara yönlendirilir ve beğenmesi durumunda baskıya geçilir. Baskı süresince tarafımızdan ilgili arkadaş basım sürecini takip eder ve kitap tarafımıza ulaşır. İlgili yazar eğer kitabının satışa çıkarılması yönünde bir talep gösterdiyse; yayıncı sözleşmesi imzaladıktan sonra yayın paketlerimizden (www.kitapbasimevi.com üzerinden ulaşabilirsiniz) kendine uygun olanı seçer. Paketin içeriğine göre online ortamlarda, kitap evlerinde, fuarlarda satışa sunulur.
Dahi Yayıncılık A.Ş.
Birçok Destan Ve Halk Masalında Rastladığımız Çeşitli Yaratıklar Genelde Sözlü Anlatım Yoluyla Günümüze Kadar Gelir Ve Bu Söylenceler Zamanla İnançlarımızla Özdeşleşir.
Efsanevi Canavarlar Nelerdir, Hangi Eserlerde Bulunurlar?
Birçok destan ve halk masalında rastladığımız çeşitli yaratıklar genelde sözlü anlatım yoluyla günümüze kadar gelir ve bu söylenceler zamanla inançlarımızla özdeşleşir. Öyle ki bu canavarların birinden şifa isterken diğerinden bizleri korumasını talep ederiz.
Mitolojik canlılar dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan farklı kültürlerde, birbirine yakın veya uzak zamanlarda görülmüş olabilirler. Ayrıca burada listelenenler dışında pek çok mitolojik canlı olduğu da aşikar. Ancak yazının fazla uzun olmaması ve sadece bir merak kıvılcımına sebep olması için, seçtiğimiz “canavarlar”ın belli kültürlerdeki görünüşlerini anlatmayı tercih ettik.
Grifon
Pazırık Kurganı, Güney Sibirya’da Altay eteklerinde Pazırık’ta bulunmuş ve mezar içindeki donmadan dolayı bünyesindeki eserler günümüze kadar ulaşmıştır. Pazırık kurganları birçok dinî, mitolojik, arkeolojik ve sanat tarihiyle ilgili kanıtlardan ötürü Hun Türkleri dönemine ait olduğu kanısına varılmıştır. Mezar içinde kurban edilmiş atlar, vücudunda hayvan desenli dövmeleri bulunan mumyalar ve diğer çeşitli kalıntılar keşfedilmiştir. Aşağıdaki görsel, kurgandan çıkan grifon bezemeli bir eyer kaplamasının parçasıdır ve bozkır coğrafyasının karakteristik hayvan üslubunu gözler önüne sermektedir.

Eyer Kaplaması, Pazırık Hermitage Müzesi St. Petersburg,
M.Ö. 252-238
Grifon, aslan benzeri bir yırtıcının gövdesine, kartal kanatlarına sahiptir; baş kısmında kıvrık gaga, göz ve kulaklar bulunur. İki tip grifon daha vardır; kartal-grifon ve aslan-grifon. Kartal-grifonlar kartalın gövdesine ve kanatlarına sahiptir, kıvrık gagalarının yanı sıra başlarında ibik, yele ve kulak bulunmaktadır. Aslan cinsinden bir yırtıcının gövdesine sahip aslan-grifonlar da kanatlıdır, başlarının üzerinde boynuz yer almaktadır. Sembolik anlamda inançların sonucu olarak ortaya çıkan grifon koruyuculuk ve kötü ruhları kovan başlıca özelliği ile birlikte uğur getiren, baharın müjdecisi, şifa veren ve uzun ömürle ilişkilendirilen fantastik bir hayvandır. Dünyevi ve siyasal gücü temsil eder. Dik kulakları dikkati, açık kanatları çevikliği, hızı, hâkimiyet gücünü ve belki de bağımsızlığını, aslan özellikleri de cesareti ve yine hızı betimler. Göğün hâkimi, sonsuzluk sembolü kartal ve yerin kralı aslan özelliklerini taşıyan grifon başka bir görüşe göre, kartal olarak imparatorun, aslan olarak halk gücünün işaretidir. Bununla bağlantılı biçimde hanedanlık ongununda bir boyun önderi ya da hükümdarın ruhunu simgeliyor olabilir.[1]
Lamassu Ve Koruyucu “Akbaba” Periler
Aşağıdaki heykel Irak’ın Musul şehri yakınlarındaki Asur’un Nimrud şehir devletinde, Yeni-Asur Kralı 2. Asurnasirpal tarafından inşa ettirilen sarayın taht odasındaki girişe yerleştirilmiştir. Lamassular bir insan kafasına, boğa gövdesine, kartal kanatlarına sahiptir ve bunlar sırasıyla zekâyı, gücü ve süratı simgelemiştir. Kentlerin girişine, devasa bir biçimde yapılan heykeller kentin kapısının her iki yanına birer çift olarak yerleştirilmişlerdir.

Lamassu, Kireç Taşı, British Museum, Londra, Birleşik Krallık,
M.Ö. 865-860
Bu heykellerin yanında koruyucu figürler de evleri korumak için kapının eşiğinin altında gömülü olan kil tabletlerine kazınmıştır. Bunlar içinde en ilgi çekici olan örnekler isekuş kafası ve kanatlarıyla insan şeklini alan kızıl akbaba perilerdir. Koruyucu ruhlar, her zaman saflığın sembolleri olan bir sepet ve köknar kozalağı ile resmedilmiş ve genellikle sırlı tuğlalara ya da taş rölyeflere resmedilerek lamassulara eşlik etmiştir.[2]
Mushussu

Mushussu, Sırlı Pişmiş Toprak ve Srlı Tuğla, İştar Kapısı,Berlin, Pergamon Müzesi,
M.Ö. 605, Detay
Mushussu’yu, diğer adı ile yürüyen yılanı, Mezopotamya’da Yeni Babil İmparatorluğu kralı Nebukadnezar tarafından savaş ve aşk tanrısı İştar adına yaptırılmış kent giriş kapısında görüyoruz. Çatallı dilli başı yılana ait olmakla beraber kafasındaki boynuzların Arabistan’da yaygın boynuzlu engerek yılanından alındığı düşünülmektedir. Profilden gördüğümüz hibrit hayvanın ön ayakları aslan, arka ayakları yırtıcı bir kuşa ait. Uzun kuyruğunu ve uzun bacaklarını çita gibi büyük kedilerden aldığı düşünülmektedir. Kutsal kitaplarda da betimlemelerine rastlandığını iddia eden kimi araştırmacılar olması ile beraber, Babil yaratılış destanı olan Enûma Eliş’te tanrıların en büyüğü ilan edilen Marduk’un kutsal hayvanıdır.[3]
Çift Başlı Köpek
Yerel Afrika inancında görülen Çift Başlı Köpek, Kongo ile öteki dünya hayatını birleştiren bir çeşit külttür. Bu özel güç figürü, ruh dünyasına belirli bir yakınlığa sahip olan ve kötülük kuvvetlerine karşı hizmet eden iki başlı bir köpek olan Kozo’yu temsil eder ve canlılar ile ölüler dünyaları arasında aracılar olarak düşünülür. [4]

Çift Başlı Köpek, Büyüsel Tıp Malzemesi, British Museum, Londra, Birleşik Krallık,
19. YY. Sonu
Kozo’nun iki başı ve dörtgözü onu bu inanış için özellikle güçlü yapar. Bu temsilî hayvanın sırtına reçine veya kil ile bağlanmış güçlü ilaçlar, ölülerle ilişkili bir madde (saç, tırnak benzeri) yerleştirilir, bunlar büyücülerin öbür dünya ile iletişimini sağlar. Nesneye sürülen canlı kişilerin uzuvları bu gücü etkinleştirmek için kullanılır. İnsan kalıntılarının birikimi bir iktidar sembolüdür.[5]
Bu figürlerin kötü ruhları yok ettiği, muhtemelen hastalıkları önlediği, yanlış bir kişiyi cezalandırdığı veya iki kişi arasında bir anlaşma imzaladığı düşünülüyordu. Bu figürlerin çoğunun üstünde çiviler vardı, halatlar ve ya kumaş gibi başka nesneler bu çivilere tutturuluyordu. Ayini yöneten kişi heykeli harekete geçirmek için gücünü kullanmak zorundaydı. Hareketin gerçekleşmesi kan, ter veya tükürmek gibi güçlü maddelerin bu demirden heykele nüfus etmesi ile sağlanıyordu. Ayrıca Kozo’nun kadınların cinselliğini kontrol ettiği de düşünülmektedir. [6] [7]
Denizin Ruhu
1865’ten önce yapılan bu figürde, San Cristobal Adası’ndan bir sanatçı, balık ve insan özelliklerini tek bir vücutta birleştirmiştir. Deniz ruhları insanoğluna karşı genelde kötü niyetlidir. Ancak bu ruh, balıkçılara palamut sürüsü göndererek cömertliğinin bir kanıtını da sunar.

Denizin Ruhu, Ahşap Figür,̴
1865
Bismark Adalar Denizi’ne ait Yeni İrlanda’nın kuzeyine özgü Malaga sanatı, Melanzeya sanatının önemli bir örneğidir. “Malaga” terimi yalnızca yerel anaerkil klanların merhum üyelerini anlamak için düzenledikleri karmaşık törenleri değil, klanın sahip olduğu değerlere göre bu tür etkinlikler için yapılan oymaları da ifade eder. Malaga oymaları itibarlı sanatçılara yaptırılırlar ve geleneklere göre tören tamamlandıktan sonra imha edilirler. [8]
Çift Başlı Kartal
Kartal motifinin önemli bir yer bulduğu Yakut Türklerinde göğünen üst katında, yere açılan kapısında ve göğü yere bağlayan Dünya Ağacı’nın tepesinde çift başlı bir kartal oturduğu, göklerin korunmasıyla bu kartalın vazifeli olduğu rivayet edilmiştir[9]. Yakut inancına göre şaman olacak çocuğun ruhunu bir kartal yemiş, bu kartal kayın veya karaçam ağaçlarının bulunduğu ormana doğru uçmuş ve burada bulunan bir ağaca konarak yuva yapmıştır. Kartalın buradaki yumurtalarından bir erkek çocuk çıkmıştır. Bu çocuk vahşi hayvanlardan korunarak büyütülmüş ve ilk kam olmuştur[10]. Yine başka bir Türk yaratılış destanına göre ay ve bütün Gökyüzü’nün yaratıcısı olan iyilik ilâhı Ülgen’ in yedi oğlundan beşincisi, gökyüzünde yaşayan Kartal’dır. Bu efsaneye göre, Gök Tanrı’nın simgesi olan Büyük Kartal, kötü güçlerin elinde tutsak olan destan kahramanı Er-Töküş’ü önce yutup sonra kusarak, daha dayanıklı ve güçlü bir insan olarak dünyaya getirir. Kartal, daha sonra, Er-Töküş’ü sırtına alıp, yeraltında günlerce uçurduktan sonra yeryüzüne çıkarır.

Çift Başlı Kartal Motifi,Divriği Ulu Cami, Sivas,
1228-1243, Detay
Kartal motifinin, Şaman dini inanışından Yakut Türklerine geçtiği ve oradan da Orta Asya Türklerine kadar geldiği düşünülmektedir[11]. Kartal, İslamiyet’in kabul edilmesinden sonra, Karahanlı döneminde de yüklenmiş olduğu anlamları devam ettirmiştir. Dede Korkut hikâyelerinde ise iyiliğin, özgürlüğün ve yiğitliğin sembolü olmuştur[12].
Ayrıca Hun, Göktürk, Uygur, Avar, Abbasi, Gazne, Fatimi, Eyyübive Büyük Selçuklu sanatında nazarlık, tılsım, kudret ve kuvvet sembolü olarak kullanılmıştır. Arma, totem, mezar, hayat ağacı sembolü, aydınlık güneş ve talih, bilginlik, gökyüzünü temsil eden ve gelecekten haber veren kuş olarak, sembolik anlamlarda da kullanıldığı araştırmacılarca ifade edilmektedir. Orta Asya Türk mitolojisinde koruyucu ruh olarak kabul edilen kartal, aynı zamanda göklere hâkimiyeti ve gücü temsil etmektedir. Göklerin hâkimi, özgürlüğün simgesidir[13].
Çin Ejderhası
Ejderhaların hayalî yaratıklar gibi birçok hayvana benzeyen formları bulunur ancak onlar daha çok dört ayaklı gibi gösterilir. Çin ejderhaları geleneksel olarak, merhameti ve ihtişamın kudretini sembolize ederler. Özel olarak suyu, yağışı, fırtına ve seli yönetmek gücüne sahiptir. Nitekim Çin Yılbaşı kutlamalarında yapılan Ejderha Dansı aslında kökeni itibarıyla bir tür yağmur duası, ritüelidir. Su ve gökle sıklıkla ilişkilendirilen ejderhaların nehir ve göl gibi su kaynaklarında yaşadığına inanılırdı. Ejderhalar ayrıca gücü, kuvveti ve buna layık olan insanların başarısını temsil ederler.

Porselen Mingİmparatorluğu Vazosu, Saray Müzesi, Pekin, Çin
1522-1566
Eski Çin söylencelerine göre evrenin yaratılışıyla ilgili dört ejderha vardı. Bunlardan birincisi tanrıların kutsal konutlarını koruyan Gökyüzü Ejderhası (Tian Long), ikincisi Gizli Hazine Ejderhası (Fu Zang Long) üçüncüsü su yollarına hükmeden Yeryüzü Ejderhası (Di Long) dördüncüsü ise yağmur ve rüzgârları yöneten Ruhlar Ejderhası (Shen Long). Yaygın inanışa göre bu ejderhaların son ikisi çok önemlidir. Bu dört ejder zamanla Ejder Krallar (LongWang) ad verilen tanrılara dönüşmüşlerdir. [14]
Bonus: Hayat Ağacı
Efsanelerde ekseriyetle hibrit canlılara yer verildiği aşikâr ama belki tüm bu canavarların toplamı kadar da ağaç kültü var. Birçok ayrı kültürün çok çeşitli ağaç tasvirleri, mitleri mevcut. Bundandır ki Hayat Ağacı’nı da dosyaya dâhil etmeden olmazdı.
Yakut ve Altay Türklerinde yaşam ağacına Dünya Ağacı da denir. Eski Türk geleneğine göre, bu, dünyayı ortasından öteki âleme ve Kutup Yıldızı’na bağlayan, dalları vasıtasıyla şamanlara yeryüzünden yüksek âlemlere yolculuk yapma olanağı sağlayan bir ağaçtır. Şamanist geleneğe göre, Dünya göğün göbeği ile bu ağaç sayesinde irtibat halinde olup, bu ağaç ile beslenir. Anne rahmindeki bir bebek için göbek kordonu nasıl yaşamsal bir öneme sahip bulunuyorsa yeryüzü için de bu irtibat kanalı aynı derecede öneme sahip bulunmaktadır.[15]

Dünden Bugüne: Telif Hakkı
Telif, bir yazın, bilim ya da sanat yapıtını yaratan kişinin, bu yapıtla ilgili haklarının tamamına karşılık gelen bir hukuk terimidir. Telif hakkının tarihçesi eski olmakla birlikte özellikle ilk ve ortaçağ dönemlerinde eser üreticisinin iktisaden ve manen korunmasına çok gerek duyulmuyordu. Ancak matbaanın icadının ve kitap basımının yaygınlaşmasının ardından bu ihtiyaç belirginleşti.
Fikri haklarla ilgili düzenlemeler ilk olarak basım imtiyazları şeklinde ortaya çıkıyor. Bu imtiyazların kapsamı günden güne genişleyerek yayınevi mülkiyeti denilen ve eser sahibinin hakkını bertaraf eden bir aşamaya ulaşıyor. 1709 yılında İngiliz parlamentosu tarafından kabul edilen The Statue of Anne adlı kanun, eser sahiplerini koruyan ilk kanun olma özelliği taşıyor.
Ne yazık ki bu yıllarda Türkiye’de matbaacılık henüz faal değildi. Bilindiği üzere ilk Türk matbaası 1722 yılında kuruldu. Bunu takip eden yüzyıl içerisinde, 1857 yılında Telif Nizamnamesi adıyla konuyla ilgili ilk yasal düzenleme yapıldı; fakat bu, bugünkü anlamıyla bir telif hakkı koruma kanunu değildi. Bugün anladığımız anlamda çıkarılan ilk telif kanunu ise “Hakkı Telif Kanunu” idi. 1910 tarihli bu kanun, 1952 yılına kadar değişmeden kullanıldı. Sonrasında altı kez değiştirilerek bugünkü şeklini aldı.
Telif hakkı, eser sahibinin maddi ve manevi haklarını korur, onun izni olmaksızın eser üzerinde yapılması muhtemel herhangi bir değişikliğin önüne geçer. Bu nedenle de son derece önemli ve olması gereken bir kanundur.
Tepesinde Kartal Bulunan Dünya Ağacı Kabartması, Anadolu Selçuklu Devleti Eserlerinden Sivas Gök Medrese Taç Kapısı,
1271, Ayrıntı
Şamanın kendisini temsil eden ağaca Turuğ (Ulukayın) adı verilir. Şamanlar ömürlerinin bu ağacın yaşam süresi kadar dayanıklı ve uzun olacağına inanırlar. Şaman öldüğü zaman davulu ve giysisi ormana götürülür ve bu ağaca asılır. Bazı Altay bölgelerinde ölen kişi içi oyulmuş bir ağacın içinde gömülür. [16]
Uygurların Türeyiş Destanında da iki (bazı varyantlarda beş) ağaçtan doğan çocukları, ulvi marifetleri ve topluma yön vermesi ile öne çıkar. Aynı destanda ağaca hürmet duyup bir aile büyüğü gibi davranıldığı da görülür. Şaman ayinlerinde kamların yaptıkları törenlerin kayın ağacı etrafında şekillenmesi, vefat eden şamanların cesetlerinin ağaca asılması gibi ritüeller de sıklıkla karşımıza çıkar.Gençlerin şaman olabilmek için bir ağaç dikmeleri, öldükten sonra o ağaçların kesilmesi de ağaç ile bireyin yoldaşlığına örnek verilebilir.
Yakut mitolojisine göre, gökteki ebedi şamanın kapısına diktiği ağacın dalları arasında tanrının çocukları himaye görürdü. Ruhlar kuş biçimini almış olarak bu ağacın dalları arasında uçuşurlardı. Anlatıldığına göre bir insan doğunca buradan bir ruh olarak uçar, o insana can verirdi. [17]
Kaynakça
[1] Oktay, Jale Özlem., Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006
[2] Zaczek, Iain.,“Yeni-Asur Kanatlı Koruyucu Figürü”, Sanatın Tüm Öyküsü, Hayalperest Yayınevi,2012, İstanbul
[3] Hançerlioğlu,Orhan., Dünya İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 2008, İstanbul
[4]T. Phillips., (ed.),Afrika, Bir Kıtanın Sanatı, Royal Academi, 1995, Londra
[5] Mack J., (ed.),Afrika: Sanat ve Kültürler, The British Museum Press, , 2000, Londra
[6] Johannes, James., Çift Başlı Köpek; Kongo, HalkınManeviyat Dünyasında Köpekler, British Museum, Londra
[7] MacGaffey,Wyatt., “Ritüel Nesnelerin Kişiliği: Kongo” Etnofoor, 3/1, 1990
[8] Kaufmann, Christian., “Malaga Oymaları”, Sanatın TümÖyküsü, Hayalperest Yayınevi, 2012, İstanbul
[9] Ögel, Bahaddin. Türk Mitolojisi. C.I, Ankara: TürkTarih Kurumu, 1993.
[10] Kalafat, Yaşar. Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarınınİzleri, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını, 2. Baskı. 1995
[11] Özden, Hilmi.“Türklerde Kartal Ve Çift Başlı Kartal Tamgası”. Turan ilim fikir ve MedeniyetDergisi, 15, 2011
[12] Alsan, Şenay. TürkMimari Süsleme Sanatlarında Mitolojik Kaynaklı Hayvan Figürleri. YayınlanmamışDoktora Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü,2005.
[13] Erdem, Mine. Kubad-Abad Saray Çinilerindeki HayvanMotiflerinin İkonografisi, Simgesel Anlamı ve Günümüz Seramiğinde Yorumları,Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal BilimlerEnstitüsü, 2011.[14] “Çin Ejderhası”, son güncelleme 18 Ocak 2018,https://tr.wikipedia.org/wiki/Çin_ejderhası
[15]“Yaşam Ağacı”, son güncelleme 19 Ocak 2018,https://tr.wikipedia.org/wiki/Yaşam_ağacı
[16] Çoruhlu, Yaşar.,Türk Mitolojisinin Ana Hatları, Kabalcı Yayınevi, 2002, İstanbul
[17] Roux, J. P.,Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Kabalcı Yayınevi, 2002, İstanbul